Ernest Hemingway’in Güneş de Doğar romanında bir karaktere iflasın nasıl gerçekleştiği sorulur. Cevabı kısadır: “İki şekilde. Yavaş yavaş ve sonra aniden.”
Bugün dünyanın içinde bulunduğu çevresel çöküş de tam olarak böyle yaşanıyor. On yıllar boyunca göz ardı edilen uyarılar, küçük görülen ihlaller ve ertelenen önlemler… Ve şimdi, aniden yaşanıyor gibi görünen felaketler: seller, yangınlar, kuraklıklar, gıda krizleri ve göçler.
Ancak bu kriz, yalnızca doğayı değil, toplumları, şehirleri ve insanlar arası ilişkileri de sarsıyor. Kaynakların azalmasıyla birlikte artan gerilimler, adaletsizlik duygusu, karşılıklı suçlamalar ve çatışmalar… Yeryüzü, yalnızca ekolojik değil, insani bir tıkanmışlıkla da karşı karşıya.
Bu noktada ihtiyacımız olan şey, sadece yeni teknolojiler veya politikalar değil; aynı zamanda yeni bir ilişki ve iletişim biçimi. Sorunları sadece çözmeye değil, anlamaya, insanları sadece ikna etmeye değil, duymaya yönelik bir yaklaşım. Daha az yargılayıcı, daha çok dinleyen; daha az kutuplaştırıcı, daha çok bütünleştirici…
Yani; çatışmayı yönetmekten öte, dönüştürmeyi hedefleyen bir çözüm kültürü.
Peki neler oluyor?
Bugün Neredeyiz? Gezegenin Gerçek Durumu
İklim krizinin etkileri artık yalnızca bilimsel raporlarda değil; günlük yaşamın içinde, manşetlerde, hava olaylarında, sofralarda ve şehirlerin planlamasında kendini gösteriyor. Gezegen, adım adım değil, koşar adımlarla geri dönüşü zor eşiklere ilerliyor. Her yıl, bir öncekini aşan rekorlarla geride kalıyor.
2024 yılı, tarihin en sıcak yılı olarak kayıtlara geçti. Küresel ortalama sıcaklık, sanayi öncesi dönemin 1.6°C üzerine çıktı. Bu, Paris Anlaşması’nın “1.5°C’yi aşmamalıyız” hedefinin fiilen geride bırakıldığını gösteriyor.
Son on yılın tamamı, ölçülen en sıcak 10 yıl arasında yer aldı. Artık bu yalnızca bir sıcaklık meselesi değil; aynı zamanda sellerin, kuraklıkların, orman yangınlarının ve fırtınaların daha sık ve yıkıcı hale gelmesi anlamına geliyor.
Atmosferdeki sera gazı seviyeleri insanlık tarihinde hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Karbondioksit (CO2), metan (CH4) ve diazot monoksit (N2O) gibi başlıca sera gazlarının yoğunluğu 2023 yılında rekor seviyelere ulaştı. Bu artış, gezegenin daha uzun yıllar boyunca ısınmaya devam edeceğini gösteriyor.
Son yıllarda Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan büyük yangınlar, Antarktika’da 20°C’nin üzerine çıkan sıcaklıklar, Afrika’da çekirge istilaları, Amazon ormanlarında artan ormansızlaşma ve Grönland buzullarının dramatik şekilde erimesi, krizlerin artık süreğen hale geldiğini gösteren birkaç örnekten sadece bazıları.
Deniz seviyesi her yıl ortalama 3.2 milimetre yükseliyor. Grönland 2019 yılında yalnızca iki ayda 60 milyar ton buz kaybederek deniz seviyesini 2.2 milimetre artırdı. Eğer bu eğilim devam ederse, 2100 yılına kadar kıyı bölgelerinde yaşayan yüz milyonlarca insanın yer değiştirmesi gerekecek.
Biyoçeşitlilikte çöküş yaşanıyor. WWF verilerine göre, memeli, kuş, balık, sürüngen ve amfibilerin popülasyonları 1970-2016 yılları arasında ortalama %68 oranında azaldı. Bu düşüş, doğal yaşam alanlarının tarıma ve endüstriyel kullanıma açılmasından kaynaklanıyor. 500’den fazla kara hayvanı türünün önümüzdeki 20 yıl içinde yok olabileceği öngörülüyor.
Gıda israfı da gezegenin dengesini tehdit eden önemli faktörlerden biri. Her yıl yaklaşık 1.3 milyar ton yiyecek çöpe atılıyor. Bu, dünyada açlık çeken insan sayısının dört katını doyurabilecek miktarda gıdanın israfı anlamına geliyor. Üstelik bu israf, sera gazı emisyonlarının yaklaşık dörtte birini oluşturuyor.
Plastik kirliliği ise okyanusları ve deniz yaşamını tehdit eden en büyük sorunlardan biri. Her yıl yaklaşık 14 milyon ton plastik denizlere karışıyor. 2040 yılına kadar bu miktarın iki katına çıkması bekleniyor. Plastiklerin %91’i hâlâ geri dönüştürülmüyor ve 400 yıl boyunca doğada çözünmeden kalabiliyor.
Tüm bu tablo, yalnızca çevreye dair bir kriz değil; aynı zamanda adalet, eşitlik, kaynak yönetimi ve birlikte yaşama kültürüne dair derin bir kırılmanın göstergesi. Bu nedenle, bu yazı yalnızca ekolojik verileri değerlendirmekle kalmıyor; toplumsal uyum, iş birliği ve barışçıl çözüm kültürüne olan ihtiyacın altını çiziyor.
Çevresel Uyuşmazlıklar: Krizler Değil, Dönüşüm Fırsatları
Çevreyle ilgili sorunlar yalnızca doğayla değil, insanla, topluluklarla, yönetişimle ve karar alma biçimleriyle ilgilidir. Bugün karşı karşıya olduğumuz krizler; ormansızlaşmadan gıda güvensizliğine, su kıtlığından iklim göçlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede, bireyler, kurumlar ve toplumlar arasında giderek daha karmaşık uyuşmazlıklara dönüşmektedir.
Ancak her uyuşmazlık, aynı zamanda bir yüzleşme ve dönüşüm fırsatıdır. Çevresel uyuşmazlıklar; ekonomik çıkarların, toplumsal ihtiyaçların, kültürel değerlerin ve gelecek kaygılarının çarpıştığı alanlardır. Bu karmaşıklık, çözüm süreçlerinde sabit, dikte edici ve merkeziyetçi yöntemlerin yetersiz kalmasına neden olur.
Bu noktada, çatışma çözümüne dair geleneksel refleksleri aşan, daha katılımcı, duyarlı ve topluluk temelli yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Çünkü çevresel meselelerde haklı ya da haksızdan çok, anlaşılmamış olmak, dışlanmış hissetmek, dinlenmemiş olmak ön plana çıkar.
Yerel halkla kamu otoriteleri arasında yaşanan bir imar uyuşmazlığı, bir tarım arazisinin çevresel koruma statüsüne alınması, bir kentsel dönüşüm projesinin ekosistem üzerindeki etkisi, bir su kaynağının kullanımı gibi örnekler; sadece hukuki değil, duygusal, kültürel ve varoluşsal boyutlar içerir. Bu yüzden yalnızca yasal düzenlemelerle değil, ilişki kuran, ortak akıl geliştiren ve güven inşa eden süreçlerle ele alınmalıdır.
Barışçıl çözüm yöntemleri, çevresel uyuşmazlıklarda yalnızca çatışmaları sonlandırmak için değil; farklı taraflar arasında bağ kurmak, uzun vadeli ilişkiler tesis etmek ve birlikte yaşama iradesini yeniden güçlendirmek için hayati önem taşır. Çünkü ortak yaşam alanlarımızı korumak, ortak değerler üretmeden mümkün değildir.
Bugün çevreyi korumak isteyenlerle yatırım yapmak isteyenler arasında, şehirleri büyütmek isteyenlerle doğayı savunanlar arasında, köyde yaşayanlarla merkezde karar alanlar arasında ciddi bir güven açığı vardır. Bu uçurumun kapatılabileceği yegâne zemin ise diyalogdur. Yani, her iki tarafın da birbirini anlamaya niyet ettiği, ortak çıkarların ve sürdürülebilir çözümlerin keşfedilebileceği bir zemin.
Çevresel krizlerin içindeki bu dönüşüm potansiyeli, çözüm yollarının da sadece teknik değil, aynı zamanda ilişki merkezli olmasını gerektirir. Bu nedenle, sürdürülebilir gelecek hayalinin gerçekleşebilmesi için yalnızca iklim politikaları değil, çözüm politikaları da dönüşmelidir.
Çözümün Bir Parçası Olarak Topluluklar ve Katılımcı Süreçler
Çevresel sorunlar yalnızca teknik değil, aynı zamanda toplumsal sorunlardır. Ve her toplumsal mesele gibi, çözümünde de farklı kesimlerin sesine, katılımına ve deneyimine ihtiyaç vardır. Yerel toplulukların sürece dahil edilmediği, halkın dinlenmediği, kararların yukarıdan aşağıya iletildiği hiçbir çevre politikası uzun vadeli başarıya ulaşamaz.
Bu nedenle çevresel uyuşmazlıkların çözümünde sadece sorunu yönetmek değil, ilişkileri yeniden kurmak, güveni yeniden inşa etmek ve toplulukları çözümün aktif öznesi haline getirmek esastır.
Kırsal bir bölgede tarım arazisinin el değiştirmesi, bir derenin yönünün değiştirilmesi, bir doğal sit alanına yol açılması… Bu tür kararlar, doğrudan o alanda yaşayan insanların yaşam biçimlerine, geçim kaynaklarına, aidiyet duygularına temas eder. Bu gibi durumlarda teknik raporlar kadar, insanların hissiyatı, hafızası ve hayat deneyimleri de belirleyicidir.
Katılımcı süreçler; halkın, sivil toplumun, yerel yönetimlerin, akademinin ve özel sektörün aynı masa etrafında buluşmasını gerektirir. Bu buluşmalar, yalnızca teknik bilgi paylaşımı değil; değerlerin, önceliklerin ve gelecek hayallerinin karşılıklı olarak anlaşılmasını sağlar. İşte bu anlayış, sürdürülebilir çözümlerin zeminidir.
Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın 17. maddesi olan “Amaçlar İçin Ortaklıklar” başlığında açıkça vurgulanmıştır. Hedef 17, sürdürülebilir kalkınmanın yalnızca devletlerin ya da uluslararası kuruluşların işi olmadığını; bunun ancak güçlü, kapsayıcı ve güvene dayalı ortaklıklarla başarılabileceğini ifade eder. Bu ortaklıklar yerelde başlar, küresele yayılır.
Toplulukları yalnızca bilgilendiren değil, sürece dahil eden bir yaklaşım; çatışma yerine iş birliğini, savunma yerine müzakereyi, ayrışma yerine bağ kurmayı mümkün kılar. Çünkü çevresel meselelerde herkesin kaybedeceği bir geleceği, ancak birlikte kazanarak durdurabiliriz.
Yavaş Yavaş ve Sonra Aniden: Ama Hâlâ Seçeneğimiz Var
Ernest Hemingway’in romanında geçen o kısa ve çarpıcı ifade—“İki şekilde gerçekleşti: yavaş yavaş ve sonra aniden”—bugün sadece ekonomik değil, çevresel çöküşü de tarif ediyor. On yıllar boyunca görmezden gelinen bilimsel uyarılar, alınmayan önlemler ve ertelenen sorumluluklar bugün ani ve sert bir yüzleşmeye dönüşmüş durumda.
Ama bu hikâye burada bitmek zorunda değil.
Çünkü elimizde hâlâ bir seçenek var. Bu seçenek, felaketleri seyretmek ya da çözümü başkalarından beklemek değil; birlikte konuşmak, birlikte anlamak ve birlikte harekete geçmek.
Artık biliyoruz ki sürdürülebilirlik sadece doğayı korumak değil, aynı zamanda toplumları onarmaktır. Toplulukları sürece dahil etmeden, insanlar arası ilişkileri iyileştirmeden, birbirini dinleyen yapılar kurmadan ne doğa iyileşebilir ne de gelecek güvence altına alınabilir.
Bu nedenle yeni bir çözüm kültürüne ihtiyacımız var. Sorunları bastıran değil, görünür kılan. Kutuplaştıran değil, yakınlaştıran. Suçlayan değil, anlayan.
Ve bu kültür, yalnızca kurumlarla değil; bireylerle, topluluklarla, mahallelerle, ailelerle, gençlerle ve yaşlılarla birlikte inşa edilebilir.
Bugün Dünya Çevre Günü. Gezegenin bize yalnızca kaynak değil, ortak yaşam alanı olduğunu yeniden hatırlamak için bir fırsat.
Ve belki de en çok hatırlamamız gereken şey şu:
Konuşulmamış her sorun büyür. Anlaşılmamış her çatışma derinleşir. Ama dinlenmiş her ses, iyileştirici bir adıma dönüşebilir.
Yavaş yavaş ve sonra aniden gelen bu kriz karşısında, belki de şimdi yapılacak olan tek şey, birlikte yavaşlamak. Anlamaya, duymaya ve çözmeye başlamak.