Fatih Sultan Mehmet: Fetihle Değil, Gelecekle Başlayan Bir Hikâye

Fatih Sultan Mehmet

28 May 2025

29 Mayıs 1453 sabahı, İstanbul’un surları sessizce tarih değiştiriyordu. Fatih Sultan Mehmet, yalnızca bir imparatorluğun değil, aynı zamanda bir çağın eşiğindeydi. O gün yalnızca Bizans sona ermedi; eski dünyanın parçalılığına, dışlayıcılığına ve tek merkezciliğine dayalı anlayış da ağır bir yara aldı. Bu yüzden İstanbul’un fethi, basit bir askerî zaferden çok daha fazlasıdır. Bu, geleceği yeniden kurma iradesiyle atılmış bir adımdır.

Fatih Sultan Mehmet’in liderliği, pek çok çağdaşının aksine yalnızca kılıçla değil; kelimenin gücüyle, kurumların sürekliliğiyle ve kültürler arası anlayışla şekillenmiştir. O, şehirleri düşüren değil, toplumları yeniden inşa eden bir liderdi. “Fatih” sıfatı, yalnızca sur kapılarını zorlayan bir askeri deha olarak değil; çok kültürlü bir düzenin kurucusu, farklı inanç ve kimliklerin bir arada var olabileceği bir siyasî mimar olarak da okunmalıdır. Nitekim fethin hemen ardından Ayasofya’ya girip onu camiye dönüştürürken, içerideki mozaiklere zarar vermemiş; yapının tarihsel ve sanatsal bütünlüğünü gözetmiştir. Aynı günlerde Ortodoks patrikhanesini himayesi altına alarak, Bizans’tan kalma ruhani düzenin devamlılığını sağlamış; Gennadios Scholarios’u patrik tayin etmiştir. Yahudi ve Ermeni cemaatlerine ise kendi inanç sistemleri ve toplumsal yapıları çerçevesinde özerklik tanımış, onların İstanbul’daki varlığını bir güvence ve zenginlik unsuru olarak değerlendirmiştir.

Bu tutum, o dönemin Avrupa monarklarında rastlanması güç bir stratejik derinliktir. Aynı yıllarda Batı Avrupa’da Engizisyon rüzgârları eserken, İstanbul’da farklı inançlar bir arada yaşamaya başlıyordu. Fatih’in liderliği, kapsayıcılığın yalnızca bir hoşgörü meselesi değil, bir egemenlik stratejisi olduğunu gösterir. O, gücünü sadece askeri yeteneklerinden değil, toplumlar arası gerilimleri dönüştürme becerisinden de almıştır.

Bugün liderlik literatüründe sıkça karşılaşılan “kapsayıcı liderlik”, “diyalog temelli yönetişim” gibi kavramlar, Fatih’in 15. yüzyılda sezgisel biçimde uyguladığı yöntemlerin kuramsallaştırılmış halidir. Onun İstanbul’daki yaklaşımı, yalnızca şehri fethetmek değil, o şehri herkesin evi hâline getirmek üzerine kuruludur. Bu nedenle İstanbul’un fethi, sadece Osmanlı’nın değil, çok kültürlü bir dünyanın da doğum anıdır.

Doğu ile Batı Arasında: Fatih’in Eğitimi ve Kültürel Formasyonu

Fatih Sultan Mehmet, yalnızca bir ordunun değil, aynı zamanda bir fikir dünyasının da başkomutanıydı. Onun liderliği, zırhın altında bir entelektüel birikimi, stratejinin ardında bir kültürel sezgiyi taşıyordu. Hem İslâmî ilimler hem de Antik Yunan felsefesiyle beslenen bu eşsiz eğitim formasyonu, Fatih’i çağının sıradan bir hükümdarı olmaktan çıkarıp, medeniyet kurucu niteliğe kavuşturdu.

Henüz çocuk yaşlarında, dönemin önde gelen alimleriyle özel olarak yetiştirilen Fatih, yalnızca Kur’an ve hadis eğitimiyle değil, aynı zamanda matematik, astronomi, mantık ve felsefe alanlarında da derinleşti. Molla Gürani, Akşemseddin, Molla Hüsrev gibi isimlerden ders alırken, zihni hem dinî disiplinlere hem de akıl temelli sorgulamalara açıldı. Bu yönüyle Fatih’in eğitimi, klasik Osmanlı ulemasıyla sınırlandırılamayacak kadar geniş bir evrensel meraka dayanıyordu.

Ancak asıl dikkat çekici olan, Fatih’in Batı düşüncesine duyduğu ilgidir. Plutarkhos, Aristo, Platon gibi klasik yazarların eserlerini çevirmekle kalmadı; Latince öğrendi, Homeros’un destanlarını okudu, Roma tarihine ve mitolojisine özel bir ilgi duydu. Bellini’nin resmettiği o ünlü portresinde saklanan yalnızlık, aslında yalnızca bir sultanın değil, iki dünyayı aynı anda zihninde taşıyan bir düşünürün içsel yükünü de yansıtır.

Fatih hem Müslüman bir hükümdardı hem de Greko-Romen mirasla hesaplaşan bir entelektüeldi. Bu da onu “Doğulu bir padişah” kalıbının ötesine taşır; onu, Doğu ile Batı arasında bir zihinsel köprü olarak konumlandırır. Bugün hâlâ tartışılan “medeniyetler çatışması” gibi söylemler karşısında, Fatih’in zihninde bu medeniyetler çoktan uzlaşmış, hatta iç içe geçmişti.

Onun bu kültürel sentez yaklaşımı, yalnızca bireysel bir tercih değil, stratejik bir yönetişim modeliydi. Osmanlı sarayında Bizans mimarları, İranlı matematikçiler, İtalyan ressamlar ve Arap astronomlarla kurduğu ilişkiler; farklı kültürlerin bir potada eritilmesinden çok, her birinin kendi özgünlüğüyle katkı sunduğu bir sistem inşa etmeye yöneliktir.

Fatih’in zihinsel evreni, fetihten çok önce fethedilmişti. Ve bu içsel fethin arkasında, coğrafyaları değil düşünceleri ele geçirmeyi amaçlayan bir liderlik vizyonu yatıyordu.

Fatih Sultan MehmetUzlaşmacı Bir Strateji Olarak Fetih: İstanbul’un Fethi ve Çokkültürlülük

İstanbul’un fethi, yalnızca bir askerî zafer değil, çok katmanlı bir toplumsal yeniden inşa projesiydi. Fatih Sultan Mehmet, şehri topyekûn yıkmak ya da tek bir kimlik kalıbına sokmak yerine; onun tarihsel ve kültürel zenginliğini bir “başkent vizyonu”yla bütünleştirmeyi tercih etti. Bu yaklaşım, sadece siyasi değil; aynı zamanda psikolojik ve toplumsal bir uzlaşma stratejisiydi.

1453’te fethedilen İstanbul, uzun süredir süregelen bir çöküşün içindeydi. Nüfusu azalmış, yapıları harap olmuş, sosyal dokusu parçalanmıştı. Fatih’in ilk hamlelerinden biri, şehri çok dinli ve çok etnikli bir merkez olarak yeniden ayağa kaldırmak oldu. Bu amaçla, sadece Türk ve Müslüman nüfusu değil; Rum, Ermeni, Yahudi topluluklarını da İstanbul’a yerleşmeye teşvik etti. Onlara dinî özgürlükler, ticari ayrıcalıklar ve topluluk içi özerklikler tanıdı.

Fethin hemen ardından, Ortodoks Patrikhanesi’ni resmen tanıması, bu uzlaşmacı yaklaşımın simgesel ve yapısal temel taşlarından biridir. Gennadios Scholarios’un patrik olarak atanması, Fatih’in sadece siyasî bir hamlesi değil, Bizans halkına yönelik psikolojik bir güven inşasıydı. Aynı şekilde Ermeni ve Yahudi cemaatlerinin ruhani liderlerinin atanması, bugün “millet sistemi” olarak bilinen yapılaşmanın ilk adımlarıydı.

Bu politika sadece dini azınlıkları korumakla kalmadı; aynı zamanda İstanbul’un uluslararası ticaret merkezi olma potansiyelini de artırdı. Latin dünyasındaki Hıristiyan tüccarlarla ilişkiler, Venediklilerle yapılan ticaret anlaşmaları ve Cenevizlilere verilen imtiyazlar, İstanbul’un yalnızca bir Osmanlı şehri değil, küresel bir geçiş noktası haline gelmesini sağladı.

Fatih’in bu kapsayıcı yaklaşımı, çağdaş Batılı monarklarla keskin bir tezat oluşturuyordu. Aynı dönemde Avrupa’da din dışı olanların cezalandırıldığı Engizisyon hâkimken, İstanbul’da sinagoglar, kiliseler ve camiler aynı mahallede yer alıyordu. Bu, sadece hoşgörü değil; yönetsel zekâ ve toplumsal barışa dayalı bir gelecek inşasıydı.

Fatih için İstanbul, askeri bir ödül değil; medeniyetler arasında bir diyalog sahnesi idi. Onun yönetim anlayışı, “fethedilen” ile “fetheden” arasında kurulan yeni bir sözleşmeydi. Bu sözleşmenin dili ne yalnızca kılıçtı ne de salt ferman; bu dilin içinde güvence, katılım ve meşruiyet vardı.

Fatih’in Hukuk ve Adalet Yaklaşımı: Dini Değil, Sivil Otorite Vurgusu

Fatih Sultan Mehmet’in liderliğini sıradan bir fetih siyaseti olmaktan çıkaran en önemli unsurlardan biri de adalete bakışıdır. O, egemenliğini yalnızca askerî ya da dinî bir temele değil; kurumsallaşmış, sistematik ve kapsayıcı bir hukuk anlayışına dayandırdı. Bu yönüyle Fatih, yalnızca güçlü bir hükümdar değil; aynı zamanda adaletin kurucu aktörüydü.

Osmanlı tarihinde ilk yazılı hukuk metinlerinden biri olan Kanunname-i Ali Osman, Fatih döneminde oluşturuldu. Bu kanunname, sadece ceza hukuku ya da vergi düzenlemeleri içermekle kalmaz; aynı zamanda merkezî otorite ile yerel yöneticiler arasındaki yetki sınırlarını, kadıların görev tanımlarını ve kamu düzenini sağlayacak ilkeleri belirler. Dikkat çekici olan, bu düzenlemelerin yalnızca dinî kurallar değil, seküler yönetsel ihtiyaçlar doğrultusunda yapılmış olmasıdır.

Fatih döneminde, kadıların bağımsızlığı büyük ölçüde korunmuştur. Dinî otoriteler, devletin yargı düzenine müdahale etmekten özenle uzak tutulmuş; özellikle farklı inanç gruplarına ait toplulukların kendi iç hukuk sistemlerini uygulamalarına imkân tanınmıştır. Bu çerçevede Hristiyan ve Yahudi cemaatlerin dinî liderleri aynı zamanda birer iç hukuk otoritesi olarak kabul edilmiş; toplulukların kendi inanç ve geleneklerine göre karar vermelerine olanak tanınmıştır.

Bu yapı, modern anlamda bir hukuki çoğulculuk anlayışına oldukça yakındır. Fatih, toplumun her kesiminin hukuk önünde kendini temsil edilmiş hissetmesini sağlamış; meşruiyetini yalnızca güçten değil, hukuki temsiliyetten de almıştır. Bu, yalnızca barışı sağlamakla kalmaz; aynı zamanda yönetime duyulan güveni artıran stratejik bir hamledir.

Fatih’in adalet anlayışı, özellikle “Devletin dini adalettir” söyleminde kendini açıkça gösterir. Bu ifade, devletin meşruiyetinin dinî değil; hakkaniyetli yönetim ve eşitlikçi uygulamalara dayandığına işaret eder. Özellikle farklı topluluklar arasında adaletin sağlanması, çatışmaların büyümeden çözülmesi ve kamusal düzenin korunması gibi konular, onun hükümet vizyonunun merkezindeydi.

Bugün hâlâ çağdaş hukuk sistemlerinde tartışılan “toplumsal uzlaşma”, “hak temelli yönetişim” ve “çoğul hukuk düzenleri” gibi yaklaşımlar, Fatih’in devlet modelinde erken bir örnek olarak okunabilir. Onun inşa ettiği adalet sistemi, yalnızca ceza vermeye değil; toplumları birlikte yaşatmaya yönelik bir düzenin taşıyıcısıdır.

Bir Kültür Diplomatı Olarak Fatih: Sanat, Mimari ve Bilgi PolitikalarıADRIstanbul

Fatih Sultan Mehmet’in liderliği yalnızca kılıç ve kalemle değil, aynı zamanda fırça ve cetvelle de şekillendi. Onun kurduğu İstanbul, sadece siyasal bir başkent değil; kültürel, sanatsal ve entelektüel bir merkez olarak da tasarlanmıştı. Bu yönüyle Fatih, kendisini sadece bir imparatorluğun başında değil; çok dilli, çok dinli, çok disiplinli bir kültür evreninin merkezinde konumlandırdı.

Sanatla olan ilişkisi simgesel değil, kurumsaldı. 1479’da Venedikli ressam Gentile Bellini’yi İstanbul’a davet etmesi, yalnızca kişisel bir estetik merak değil; Batı ile entelektüel bir diyalog kurma stratejisiydi. Bellini’nin yaptığı Fatih portresi, hem bir Osmanlı padişahını Batı resim sanatıyla temsil eden ilk örneklerden biri oldu hem de liderliğin sanatsal bir temsille dünyaya sunulmasının erken bir örneği haline geldi. Bu, Fatih’in siyaset anlayışında imajın ve sembolün gücünü çok iyi kavradığını gösterir.

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, bu bağlamda değerlendirildiğinde yalnızca bir dinî dönüşüm değil; aynı zamanda anıtların yıkılmadan dönüştürülmesi esasına dayalı bir şehir estetiği anlayışıdır. Fatih, Bizans’ın mimari mirasını yok etmek yerine, onu Osmanlı kimliğiyle yeniden yorumlamayı tercih etti. Bu anlayış, daha sonra İstanbul’un camiler, kiliseler ve sinagoglarla birlikte yaşadığı bir simbiyotik mimari haritaya dönüşmesinin zeminini oluşturdu.

Fatih Külliyesi, sadece bir ibadet mekânı değil; medrese, hastane, kütüphane, aşevi ve darüşşifa gibi kamusal hizmetleri bir araya getiren çok işlevli bir sivil merkez olarak tasarlanmıştı. Bu külliye modeli, Osmanlı şehircilik anlayışının temel yapıtaşını oluşturdu. Aynı zamanda halkın bilgiye, sağlığa ve eğitime erişimini sağlayan bir kamusal katılım alanı idi.

Bilim politikaları da bu kültürel vizyonun önemli bir parçasıydı. Uluğ Bey’in öğrencilerinden Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet etmesi, sadece sembolik değil; bilginin doğrudan merkeze taşınması anlamına geliyordu. Matematik, astronomi ve felsefe gibi alanlara verilen bu değer, Fatih’in “ilimle yönetim” anlayışının bir yansımasıydı. O, bilgiyi salt saray duvarları içinde değil, kamuya açık kurumlar üzerinden sistemleştiren bir vizyon geliştirdi.

Fatih’in kültürle kurduğu bu bağ, bir tür diplomatik performans olarak da okunabilir. Sanat ve mimari, onun için yalnızca beğeni meselesi değil; güç gösterisi, kimlik aktarımı ve sosyal uzlaşma aracıydı. Bu da onu, klasik anlamda bir hükümdardan çok; bir kültür diplomatı olarak öne çıkarır.

Uluslararası İlişkilerde Stratejik Uzlaşma: Diplomatik Zekâ ve Sabır

Fatih Sultan Mehmet’in liderliğini benzersiz kılan unsurlardan biri de yalnızca savaş meydanlarında değil, diplomasi masasında da usta bir stratejist olmasıydı. Onun hükümdarlığı, fetihlerle olduğu kadar ittifaklarla, yazışmalarla, elçilerle kurulan ilişkilerle örülmüştür. Çağdaşlarının çoğu Avrupa’yı tehdit eden doğulu bir güç olarak Fatih’i tanımlarken, Fatih Avrupa’yı hem siyasi bir rakip hem de entelektüel bir partner olarak görüyordu.

Venedik’le yürütülen ilişkiler bu çifte stratejinin örneğidir. Bir yandan Akdeniz’deki ticari üstünlük için Venediklilerle çatışmaya giren Fatih, diğer yandan onlara ticaret imtiyazları tanımış; elçilerini ağırlamış ve Venedik Senatosu ile doğrudan diplomatik temaslar yürütmüştür. Bu denge politikası sayesinde hem deniz ticaretinde istikrar sağlamış hem de Osmanlı’nın uluslararası meşruiyetini pekiştirmiştir.

Yine aynı dönemde, Papalık, Macar Krallığı, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu gibi aktörlerle de çatışma kadar iletişim kurma yolları araştırılmıştır. Fatih’in gönderdiği mektuplar, yalnızca diplomatik içerik taşımaz; Osmanlı’nın entelektüel ve siyasal kapasitesini de temsil eder. Latince yazılan bazı mesajlar, Batılı liderlere kendi dilinde seslenmenin ötesinde, düşmanını tanıyan ve saygı göstererek hamle yapan bir liderlik anlayışının izlerini taşır.

Fatih’in Batı’ya bakışı, yalnızca yayılmacı değil; aynı zamanda yapıcı ve dönüştürücü bir bakıştı. Roma’ya sefer hazırlıkları yaparken, amacı yalnızca toprak almak değil; Roma’nın temsil ettiği evrensel mirası devralmak ve onu İstanbul’da yeniden üretmekti. Bu yönüyle Fatih, Roma’nın çöküşüyle açılan “medeniyet boşluğunu” doldurma misyonu üstlenmiş bir imparator gibidir.

Diplomatik sabrı da dikkat çekicidir. Örneğin Trabzon Rum İmparatorluğu’nun ilhakı, kısa süreli bir askerî mesele değil; uzun süreli görüşmeler, uyarılar ve ittifakların ardından gerçekleşmiştir. Fatih, doğrudan çatışmayı tercih etmektense, karşı tarafı diplomasiyle tüketmeyi bilen bir liderdi. Aynı stratejik sabır, Mora Seferi’nde, Eflak’ta ve Balkanlardaki birçok süreçte izlenebilir.

Bu çok yönlü diplomasi anlayışı, Fatih’i sadece Osmanlı’nın değil; 15. yüzyılın en büyük jeopolitik akıllarından biri haline getirmiştir. Onun için siyaset, yalnızca kılıçla değil; kelimeyle, zekâ ile, sabırla kurulan bir oyundu.

Bugün Fatih Sultan Mehmet’ten Ne Öğrenebiliriz?

Fatih Sultan Mehmet’in liderliğini yalnızca geçmişin bir sayfası olarak okumak, tarihin sunduğu en değerli dersleri ıskalamak olur. O, yalnızca bir çağın sonunu değil; yeni bir çağın ruhunu kuran liderdi. Bugünün dünyasında, siyasi belirsizliklerin, toplumsal ayrışmaların ve küresel krizlerin ortasında, Fatih’in liderliğinde hâlâ yankılanan güçlü mesajlar var.

Her şeyden önce Fatih, gücü dayatmakla değil, meşrulaştırmakla inşa eden bir liderdi. Sadece bir fethin değil, bir kabulün, bir uzlaşmanın, bir birlikte yaşama vaadinin temsilcisiydi. İstanbul’u fethetti ama onu tekleştirmedi. Dönüştürdü ama yok etmedi. Tıpkı bir sanatçı gibi şehrin dokusunu yeniden işledi; farklı inançları, dilleri, kültürleri birbirine eklemleyerek bir medeniyet mozaiği yarattı. Bu yönüyle, Fatih’in liderliği bugünün dünyasında “çoğulculuk”, “sosyal barış” ve “kapsayıcı yönetim” gibi değerlerin tarihsel öncüsü olarak görülebilir.

Fatih, gücün geçiciliğini bilerek hareket etti. Sadece bugünü değil, geleceği planladı. Kanunnameleriyle kurumsallaşmayı, külliyeleriyle kamusallığı, sanat politikalarıyla hafızayı kalıcılaştırdı. Onun devlet anlayışı, kişisel karizmanın ötesine geçen sistemsel akla dayanıyordu. Bugün hâlâ pek çok liderin eksikliğini hissettirdiği bu sistemli düşünce, Fatih’in stratejik derinliğini ortaya koyar.

Dikkat çekici bir diğer yön, Fatih’in empatiyle kurduğu liderliktir. Rakiplerini tanımakla kalmaz, onları anlamaya çalışırdı. Roma’yı yıkmak istemedi; onun mirasını İstanbul’da yeniden inşa etmek istedi. Batı’dan korkmak yerine, onunla konuşmayı, onunla yarışmayı seçti. Bu, yalnızca askeri ya da siyasi bir strateji değil; medeniyetler arasında köprü kurma cesaretiydi.

Bugünün liderleri, Fatih’ten sabrı öğrenebilir. Bir düşünceyi bir gecede değil, yıllar içinde olgunlaştırdı. Diplomatik ilişkilerde ani tepkiler değil, çok aşamalı planlamalarla hareket etti. Yıkmak kolaydı ama yaşatmak zor olanı seçti.

Fatih Sultan Mehmet, yaşadığı çağda “çağ açan” bir figür olarak anıldı. Ancak onun gerçek mirası, bir çağı kapatıp diğerini açmak değil; çağları birbirine bağlayan bir zihin köprüsü kurmasıdır.

Bugün bu köprüye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Kaynakça

Birincil Akademik Kaynaklar (Uluslararası):

Babinger, Franz. Mehmed the Conqueror and His Time. Princeton University Press, 1978.

Imber, Colin. The Ottoman Empire, 1300–1650: The Structure of Power. Palgrave Macmillan, 2002.

Necipoğlu, Gülru. Architecture, Ceremonial, and Power: The Topkapi Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries. MIT Press, 1991.

Ágoston, Gábor. Guns for the Sultan: Military Power and the Weapons Industry in the Ottoman Empire. Cambridge University Press, 2005.

Mansel, Philip. Constantinople: City of the World’s Desire 1453–1924. Penguin Books, 1995.

Runciman, Steven. The Fall of Constantinople 1453. Cambridge University Press, 1965.

Kafadar, Cemal. Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State. University of California Press, 1995.

Itzkowitz, Norman. Ottoman Empire and Islamic Tradition. University of Chicago Press, 1972.

 

Türkçe Kaynaklar (Akademik ve Araştırma):

İnalcık, Halil. Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar. Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1954.

Sakaoğlu, Necdet. Bu Mülkün Sultanları: 36 Osmanlı Padişahı. Oğlak Yayıncılık, 1999.

Uğur, Ahmet Midhat. Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’un Fethi. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1993.

Akgündüz, Ahmet. Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri. Dicle Üniversitesi Yayınları, 1990.

Afyoncu, Erhan. Osmanlı İmparatorluğu: Kurumlar ve Kültür. Yeditepe Yayınevi, 2015.

 

Sanat, Mimari ve Kültür Tarihi:

Necipoğlu, Gülru. The Age of Sinan: Architectural Culture in the Ottoman Empire. Reaktion Books, 2005.

Goodwin, Godfrey. A History of Ottoman Architecture. Thames & Hudson, 1971.

Freely, John. Inside the Seraglio: Private Lives of the Sultans in Istanbul. Viking, 1999.

 

Diplomasi ve Dış Politika Yaklaşımı:

Hess, Andrew C. “The Evolution of the Ottoman Seaborne Empire in the Age of the Oceanic Discoveries, 1453–1525.” The American Historical Review, vol. 75, no. 7, 1970.

Kunt, Metin. The Sultan’s Servants: The Transformation of Ottoman Provincial Government, 1550–1650. Columbia University Press, 1983.

Diğer Yazılarımız