Dünya, tek bir canlı türünün ihtiyaçları etrafında şekillenen bir sistem değil. Ormanların sessiz katmanlarında, okyanusların derinliklerinde ya da kurak topraklardaki mikroorganizmalarda, hepimizin geleceğiyle doğrudan bağlantılı bir yaşam ağı var. 22 Mayıs Uluslararası Biyoçeşitlilik Günü, bu görünmeyen bağı görünür kılmak, doğayla kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmek için bir çağrı niteliği taşıyor.
Görünmeyen ama belirleyici olan bu ağın zedelenmesi, yalnızca ekosistemleri değil; sosyal yapıları, toplumsal barışı ve ekonomik dengeleri de derinden etkiliyor. Çünkü biyoçeşitlilik, sadece çevre biliminin konusu değil; aynı zamanda bir adalet, eşitlik ve birlikte yaşama meselesidir.
Son yıllarda sıkça duyduğumuz “yeşil dönüşüm”, yalnızca fosil yakıtlardan uzaklaşmak anlamına gelmiyor. Bu dönüşüm, doğayla uyumlu bir yaşam biçimi kurmayı, toplumsal ve yönetsel karar süreçlerini daha adil, şeffaf ve katılımcı hale getirmeyi de içeriyor. İklim krizinin, kuraklıkların, ormansızlaşmanın ortasında sorulması gereken asıl soru şu: Farklı ihtiyaçları olan canlılar arasında nasıl bir denge kuracağız? Ve bu dengeyi kurarken hangi yöntemlerle uzlaşacağız?
Biyoçeşitlilik kaybı: Sessizliğin içindeki çöküş
Bugün insanlığın adımları doğanın ritmini bastırıyor. Yeryüzünde nerede yaşarsak yaşayalım, ormanların göğsünden denizlerin derinliklerine, dağların serin zirvelerinden şehirlere dek her ekosistem artık aynı soruyu fısıldıyor: Burada kim kalacak?
Yakın zamanda yayımlanan ve 100.000’e yakın noktayı kapsayan dev bir bilimsel analiz, bu sorunun yanıtını ürkütücü bir netlikle veriyor. İnsan etkisine maruz kalan alanlarda, yerel tür çeşitliliği ortalama %20 oranında azalmış durumda. Bu sadece tür sayısındaki bir azalma değil; yaşamın direncinin, ekosistemlerin dayanıklılığının ve doğanın kendi dengesini kurma kapasitesinin de erozyona uğradığını gösteriyor.
Üstelik bu düşüş her yerde ve her canlı grubunda geçerli: kuşlar, memeliler, mikroorganizmalar, bitkiler, mantarlar… Sadece büyük ve görünür olanlar değil, toprakta, suda ya da havada görünmeyen yaşam biçimleri de bu kayıptan nasibini alıyor. Yani mesele yalnızca ne kaybediyoruz değil, aynı zamanda neye dönüşüyoruz sorusunu da içinde barındırıyor.
Araştırmaya göre beş temel insan faaliyeti bu büyük çözülmenin motoru konumunda:
- Doğal yaşam alanlarının tahribatı,
- Doğrudan kaynak sömürüsü (avcılık, aşırı balıkçılık),
- İklim değişikliği,
- İstilacı türlerin yayılması,
- Kimyasal kirlilik.
Her biri tek başına ağır bir yük; birlikte ise gezegenin yaşam kapasitesine karşı açılmış çok cepheli bir saldırı. Bu tablo, doğanın sınırlarını sadece zorlamadığımızı, açıkça aştığımızı gösteriyor.
Doğayla uzlaşmak
Doğanın kaybı, sadece çevresel değil; aynı zamanda toplumsal bir kırılmayı da temsil eder. Bir ormanın yok oluşu, yalnızca ağaçların eksilmesi değildir — o ormanda yaşayanların, oraya dokunmadan yaşayanların, orayı gözeterek yaşayanların da hayattan geri çekilmesidir. Doğanın ritmi bozulduğunda, toplumun ritmi de şaşar.
Bugün biyoçeşitliliği tehdit eden kriz, aynı zamanda bir toplumsal uzlaşma krizidir. Tarım alanları endüstriyel projelere açıldığında; nehirler enerji adına yön değiştirdiğinde, kırsalda yaşayan halk yerinden edildiğinde — yalnızca doğa değil, doğayla birlikte var olmuş sosyal yapı da dağılır.
Oysa yerel topluluklar, yüzyıllardır doğayla çatışmadan var olmanın yollarını bilirler. Karşılıklı ihtiyaçları gözeterek, hayatta kalmakla saygı arasında bir denge kurmuşlardır. Bugün bu bilgeliğe, bu katılıma her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Çünkü doğayla uyum, yukarıdan dayatılan politikalarla değil; aşağıdan, yaşamın içinden gelen iş birlikleriyle kurulabilir.
Çevresel karar alma süreçlerinde yerel halkların, çiftçilerin, göçerlerin, kadınların, gençlerin sesi çoğu zaman duyulmaz. Oysa katılımcı olmayan bir ekolojik geçiş, sürdürülemez. Ne kadar bilimsel gerekçeye dayanırsa dayansın, bir ormanın korunması, o ormana emek verenlerin rızası olmadan mümkün değildir.
Doğayla uzlaşmak, doğayı bir “kaynak” değil, bir “taraf” olarak görmekle başlar. Her ağacın, her kuşun, her su gözünün söz hakkı olduğunu düşünmek radikal değil, yaşamsaldır artık. Çünkü doğanın sustuğu yerde, insanlar da çatışmaya daha yatkındır.
Ekolojik adalet; yalnızca doğayı değil, doğayla birlikte yaşayanları da koruyabilen bir adalet biçimidir. Bu adalet biçimi, sadece mahkeme salonlarında değil; köy toplantılarında, mahalle meclislerinde, belediye planlarında, çocuk parklarında inşa edilir.
Biyoçeşitliliği gerçekten korumak istiyorsak, öncelikle birbirimizi duymalıyız. Aynı gökyüzünü paylaşan kuşlar gibi; aynı toprağa kök salan ağaçlar gibi.
Yeşil dönüşüm, uyuşmazlıkları da dönüştürmeli
Yeşil dönüşüm sadece enerji politikalarının ya da tarım modellerinin değişimiyle sınırlı değildir. Aynı zamanda yeni bir karar alma biçimini, yeni bir çatışma yönetimi anlayışını da beraberinde getirmelidir. Çünkü dönüşümün olduğu her yerde, kaçınılmaz olarak uyuşmazlık da vardır. Bu kötü bir şey değildir; tam tersine, iyi yönetilirse bu uyuşmazlıklar, değişimi daha kapsayıcı ve adil hale getirebilir.
İklim krizine karşı alınan önlemler, doğa koruma projeleri, madencilik faaliyetlerinin sınırlanması, yenilenebilir enerji yatırımları… Tüm bu süreçler bir taraf için “kurtuluş” olurken, diğer taraf için “geçim” kaynağının kaybı anlamına gelebilir. İşte burada devreye çatışmasız değil; çatışmalarla baş edebilen bir toplumsal dönüşüm yaklaşımı girer.
Doğaya dair kararları kiminle alıyoruz?
Yeşil dönüşüm süreçlerinde sık yapılan hata, “iyi niyetli kararların” otomatik olarak toplum tarafından kabul göreceği varsayımıdır. Oysa doğa için yapılan her düzenleme, o doğanın içinde yaşayan toplulukların yaşamını doğrudan etkiler. Bu nedenle süreçlere erken katılım, şeffaflık ve karşılıklı anlayışa dayalı bir diyalog ortamı kaçınılmazdır.
İşte bu noktada bazı yenilikçi araçlar öne çıkar:
Kolaylaştırıcılık: Yerel yönetimler, STK’lar ve halk arasında köprü kurar. Tarafların ne söylediğini değil ne demek istediğini anlamaya çalışır.
Topluluk Temelli Müzakere: Uzmanların değil, doğrudan etkilenen bireylerin söz hakkını esas alır.
Uzlaşma Odaklı Planlama: Tüm paydaşların kaygılarını dinler ve çözüm önerilerini birlikte üretir.
Bu araçlar sadece “çözüm” bulmaz; aynı zamanda bir diyalog kültürü geliştirir. Yani doğayı korumaya çalışırken toplumla da barışı yeniden inşa eder.
Bir tarla, bir orman, bir mahalle
Yeşil dönüşüm, şehirlerde kentsel dönüşüm; kırsalda tarım politikaları, kıyılarda koruma alanları gibi çok farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Ve bu her bağlamda ayrı bir çatışma dili, ayrı bir çözüm yöntemi gerektirir.
Şunu unutmamak gerekir: Dönüşüm, ancak üzerinde birlikte uzlaşabildiğimizde sürdürülebilir olur. Sadece teknik bilgiyle değil; toplumsal sezgiyle, güvenle ve ilişkiyle desteklendiğinde anlam kazanır.
Biyoçeşitlilik kaybını durdurmak için başlattığımız her girişim, aynı zamanda insan çeşitliliğini de gözeten bir yöntemle yürütülmelidir. Çünkü bir tarlayı kurtarmak, aynı zamanda o tarlada çalışan işçiyi, o tarlanın suyunu kullanan köylüyü ve o bölgenin geleceğini birlikte düşünmek demektir.
Sessiz olanın sesi: Ekolojik adalet ve yeni bir gelecek tasavvuru
Bazı sesler yüksek çıkmaz. Kuruyan bir yaprağın sesi, göç eden kuşun yorgun kanat çırpışı ya da toprağın altında kaybolan bir tohumun sessizliği… Oysa en derin kırılmalar da çoğu zaman sessiz yaşanır. Bugün yaşadığımız biyoçeşitlilik kaybı, bu sessizliğin en güçlü yankısıdır.
Ama bu sadece bir doğa sorunu değildir. Bu, aynı zamanda görünmeyeni görme, duyulmayanı duyma meselesidir. Çünkü yok olan her türle birlikte, aslında bir hikâye, bir denge, bir ilişki biçimi kaybolur. Ve biz insanlar da o büyük ağın bir parçası olarak, bu kayıplardan bağımsız değiliz.
Ekolojik adalet, yalnızca türleri korumak değil; insanın doğayla kurduğu ilişkiyi yeniden kurmasıdır. Daha adil, daha katılımcı, daha kapsayıcı bir gelecek kurabilmenin ilk adımı, doğayı bir “kaynak” olarak değil, bir “ortak yaşam alanı” olarak görmektir. Çünkü doğayla olan ilişkimizdeki hiyerarşi, toplumsal hayatımıza da yansır: Güçlü olan konuşur, sessiz olan susar.
Bu nedenle, doğaya kulak vermek, aynı zamanda susturulan her sesi duyabilme iradesidir.
Bugün artık mesele yalnızca “korumak” değil. Beraber yaşamanın yeni yollarını kurmak, birlikte karar almanın, birlikte onarma iradesinin gelişmesidir. Bilim insanlarının “çağın en büyük meydan okuması” dediği bu krize, yalnızca verilerle değil, değerlerle karşılık verebiliriz.
Doğayla kurduğumuz ilişki değişirse, toplumla kurduğumuz ilişki de değişir. Her suskun canlı, her terk edilmiş tür, her yok olan yaşam biçimi bize şunu hatırlatıyor: Adalet, yalnızca insanlar arasında değil; yaşamın tüm formları arasında kurulmalıdır.
Ve bu adaleti kurmak, sadece bir çevrecilik değil; bir insanlık meselesidir.